Dünyanın en zenginleri
Öğretmen sınıfı topluca geziye götürmüştü. Emirgan’a gitmişler, rengarenk çiçekleri, yemyeşil ağaçları büyük bir zevkle izlemişler, kuş cıvıltıları içinde piknik yapmışlardı.
İstanbul için dünya cenneti diye boşuna söylememişlerdi. Boğazın iki yanını kaplayan nadide yalılar, köşkler sanki gelinlik giymiş gibi duruyorlardı.
Vakit hayli ilerlemiş, artık bu güzelliklere veda ediyorlardı. Topluca aşağıya doğru inerken, güzelliğiyle hepsini büyüleyen bir köşk gördüler. Etrafında geniş bir bahçe vardı ve çeşit çeşit çiçeklerle süslüydü.
Herkes bu tabloya hayranlıkla izlerken, sınıfın en şakacı öğrencisi sessizliği bozdu:
- “Harika bir köşk! Kimin acaba? Keşke bu köşkün sahibinin oğlu olsaydım” dedi.
Arkadaşları şaka yapmanın tam sırası diye düşünmüşlerdi:
- Bizi de davet eder miydin?
- Hem de nasıl? Günlerce misafir ederdim sizi.
Köşke biraz daha yaklaştılar ve giriş kapısının önünde durdular. Yakından daha bir güzel ve hoş görünüyordu.
Bu arada bir hemşire görmüşlerdi. Önünde bir tekerlekli sandalye vardı. Sandalyede sessiz bir genç oturuyordu. Hasta olmalıydı. Yoksa burası özel bir hastane miydi? Oysa herhangi bir işaret yoktu.
Öğretmen kapıya yaklaşarak, hemşireye sordu:
- Merhaba, öğrencilerimle geziyorduk. Geçerken bu köşk dikkatimizi çekti. Sakıncası yoksa söyler misiniz, burası kimin ve siz ne yapıyorsunuz ?
Hemşire gülümseyerek cevap verdi:
- Bu köşk, ülkenin en zengin insanın. Bu delikanlı da onun oğlu. Sipastik özürlü olduğu için ona ben bakıyorum. Gezdirmek için bahçeye çıkarmıştım.
Bütün öğrenciler şaşırmış, az önceki hayranlığın yerini derin düşünce almıştı. Sessizliği öğretmenin şu sorusu bozmuştu:
- Nerede bu köşkün sahibinin oğlu olmak isteyen öğrencim?
Gerçek zenginliğin farkında olmayan öğrenci, kendisini gizlemek istese de herkes onu görüyordu.
Sağılıklı olan herkes aslında “dünyanın en zengin insanı”ydı, ama çoğu kez unutuluyordu bu gerçek.
İstanbul için dünya cenneti diye boşuna söylememişlerdi. Boğazın iki yanını kaplayan nadide yalılar, köşkler sanki gelinlik giymiş gibi duruyorlardı.
Vakit hayli ilerlemiş, artık bu güzelliklere veda ediyorlardı. Topluca aşağıya doğru inerken, güzelliğiyle hepsini büyüleyen bir köşk gördüler. Etrafında geniş bir bahçe vardı ve çeşit çeşit çiçeklerle süslüydü.
Herkes bu tabloya hayranlıkla izlerken, sınıfın en şakacı öğrencisi sessizliği bozdu:
- “Harika bir köşk! Kimin acaba? Keşke bu köşkün sahibinin oğlu olsaydım” dedi.
Arkadaşları şaka yapmanın tam sırası diye düşünmüşlerdi:
- Bizi de davet eder miydin?
- Hem de nasıl? Günlerce misafir ederdim sizi.
Köşke biraz daha yaklaştılar ve giriş kapısının önünde durdular. Yakından daha bir güzel ve hoş görünüyordu.
Bu arada bir hemşire görmüşlerdi. Önünde bir tekerlekli sandalye vardı. Sandalyede sessiz bir genç oturuyordu. Hasta olmalıydı. Yoksa burası özel bir hastane miydi? Oysa herhangi bir işaret yoktu.
Öğretmen kapıya yaklaşarak, hemşireye sordu:
- Merhaba, öğrencilerimle geziyorduk. Geçerken bu köşk dikkatimizi çekti. Sakıncası yoksa söyler misiniz, burası kimin ve siz ne yapıyorsunuz ?
Hemşire gülümseyerek cevap verdi:
- Bu köşk, ülkenin en zengin insanın. Bu delikanlı da onun oğlu. Sipastik özürlü olduğu için ona ben bakıyorum. Gezdirmek için bahçeye çıkarmıştım.
Bütün öğrenciler şaşırmış, az önceki hayranlığın yerini derin düşünce almıştı. Sessizliği öğretmenin şu sorusu bozmuştu:
- Nerede bu köşkün sahibinin oğlu olmak isteyen öğrencim?
Gerçek zenginliğin farkında olmayan öğrenci, kendisini gizlemek istese de herkes onu görüyordu.
Sağılıklı olan herkes aslında “dünyanın en zengin insanı”ydı, ama çoğu kez unutuluyordu bu gerçek.